Kemal Ankaç
Paslı Köşe
EMAILINstagram

Oppenheimer

Bir kış günün sabahıydı ve pek keyifsizdim. Nedeni hakkında hiç bir fikrim yoktu. Yataktan zor çıktım. Okula gitmek istemiyordum. Mazaret aranıp durdum, bulamadım. İsteksizce hazırlandım, çaresiz tıpış tıpış yola çıktım. Hava epey bir kapalı ve kasvetliydi. Böyle olması içimi iyice karartmış, keyifsizliğime tavan yaptırmıştı. Ayaklarım adeta geri geri gidiyordu. Sanki bir Hitchcock filminin içine düşmüş gibiydim. Hayır, sallamıyorum. 12 yaşındaydım, Türkiye'den gelen gazetelerden ve dergilerden Hitchcock'u biliyordum. Televizyonda ve sinemalarda birkaç filmini de izlemiştim.

Okula vardım. Zil çaldı, sıraya girdik, teftişten geçtik. Ardından sınıflarımıza doluştuk, masalarımıza yerleştik. Kitaplarımız, defterlerimiz, kalemlerimiz önümüzde; öğretmenimizi beklemeye başladık. Öğretmen sınıfa girdiğinde kucağında herbiri oldukça büyük olan cetvel, gönye ve pergel vardı. Bunları daha önce de görmüştüm ancak gönye ile pergelin ne işe yaradığını bilmiyordum. Taşıdıklarını masasına bıraktı ve dolabından bir miktar sınav kağıdı(a4'den biraz büyük, önlü - arkalı çizgili kağıt) aldı. Onları da masasına bıraktı.

Bunlar olurken biz ayakta bekliyorduk. Hepimizi dikkatle süzdükten sonra, "Günaydın." diyerek bizi selamladı. Ardından biz de onu...

"Oturun." dedi, oturduk. Her nedense, yüzü her zamankinden daha bir asıktı. Bunu hayra yormadım. Oğlu da sınıfımızdaydı. İddialı bir çocuktu; kendi isteğiyle miydi yoksa baba baskısıyla mıydı bilemiyorum, hep en önde ve bir numara olmak istiyor gibiydi... Onu yanına çağırdı ve idareden renkli tebeşirler getirmesini istedi. Çocuk istediğini yaptı. Renkli tebeşirlerden mavi olanını pergelin tebeşir yatağına yerleştirdi ve bize dönerek, "Bu gün sadece matematik dersi yapacağız." dedi. İçten içe sevindim, matematik en sevdiğim dersti. Bu ders bana iyi geliyor, beni mutlu ediyordu. Heycanlanmıştım.  

"Bugün size matematiğin bir alanı olan geometriden bahsedeceğim." diyerek derse başladı. Yüzünü karatahtaya döndü. Üç ders boyunca ara vermeden anlattı, yazdı, çizdi, sildi... Tekrar tekrar aynılarını yaparak konuyu tamamladı. Hiç not almamış, tüm süre boyunca dikkatimi ona vermiş, can kulağıyla onu dinlemiştim. O ise konu bitince bir süre sessiz durduktan sonra aramızda dolaşmaya başladı. Defterlerimize bakıyordu. Sıra bana gelince, "Not almamışsın." dedi. Kafamı salladım, o da aynını (onunki tehditvariydi) yaptı. Kontrolünü tamamlayınca bize dönerek, "Şimdi dışarı çıkmanızı ve ben çağırıncaya kadar bahçede sessizce oynamanızı istiyorum." dedi. Dışarı çıktık.

Kızlar kantinin önünde toplaştı, erkekler futbola daldı. Epey bir süreyi böyle geçirdikten sonra sınıfa çağrıldık. Sıralara yerleşince karatahtada sorular olduğunu farkettik. On kadardılar. Önceden masasına bıraktığı sınav kağıtlarını dağıttırdı, soruları bunların üzerine aktarmamızı istedi. Tedirgin olmuştum. Bir saatiniz var dedi, sınavı başlattı.

Belli ki tedirgin olan sadece ben değildim. Sessilik tedirginliğin işaretidir. Sınıf o kadar sessizleşmişti ki deyim yerindeyse sineğin birbirine çarpan kanatlarının çıkardığı sesi rahatlıkla duyabilirdiniz. Besbelli tedirginlik herkeste tavan yapmıştı. Soruları sırasıyla çözmeye ve ilerleyen her dakika içimde daha da artan tedirginliği bastırmaya çalışıyordum. Havanın soğuk olmasına karşın, boncuk boncuk terliyordum. Sabahki keyifsizliğimi hatırladım ve sorulara iyice yoğunlaşmamın en iyisi olduğuna karar verdim. Sonunda süre doldu, öğretmen kağıtları toplattı. Tekrar dışarı çıkmamızı ve çağrılmayı beklememizi söyledi. Öyle yaptık.

Dışardayken bir ara küçük sınıflardan bir çocuk koşarak yanıma geldi ve öğretmenimizin beni yanına çağırdığını söyledi. Gittim. Bana sınav kağıdımdan altını kırmızıyla çizdiği bir rakamı gösterdi ve bunun 4 mü yoksa 7 mi olduğunu sordu. “Dört.” dememin üzerine çocuk geri yollandı. Yaklaşık kırk beş dakika, bir saat sonra geri çağrıldık. Yerlerimize oturduk. Öğretmenin yüzü eskisinden de asıktı. Hayli memnuniyetsiz ve öfkeli görünüyordu.

Durduğu yerden birkaç adım atıp masasının yanına gitti. Bize dik dik baktıktan sonra masanın ardındaki karatahtaya dayalı duran upuzun kalınca bir sopayı eline aldı. Sopayı ilk kez görüyorduk. Daha önce sınıfta yoktu, biz dışardayken getirmiş olmalıydı. Korkutucuydu. Masaya eğilerek oradan isimlerimizin ve notlarımızın yazılı olduğu bir daktilo kağıdını (yanlışım yoksa a4) aldı, okumaya başladı.

İlk kurbanı Keziban oldu. Keziban yaşına göre boylu poslu, irice bir kızdı. Hayli de sessiz ve sakindi.

“Sen sorulardan bir tekini bile çözemedin." dedi ve ondan elini uzatarak avcunu açmasını istedi. Kızcağız ürkmüştü, çaresizce dediğini yaptı. Acımasızca ve çok sert şekilde ona on kez vurdu. İşini bitirince onu yerine geri gönderdi. Sınıfta kırk öğrenciden fazlaydık ve belli ki önceden yaptığı plana göre tek tek sıradan geçecektik. Öyle de oldu.

Sırasıyla, önce sıfır çekenleri tek tek elden geçirdi. Bunların sayıları epey bir fazlaydı. Ardından da sadece tek soruyu doğru cevaplayanlara geçti. Onların sayıları da az değildi. Sonrasında, sıra sadece iki soruyu çözenlere geldi. Bir sonrakilerse yalnıca üç soru çözenlerdi. Olup biteni gözlüyordum, sınıftaki yüzler herşeyi açık ediyordu. Özellikle de onunki. Başta yüzünde yaptığından memnun değilmiş, bunu iyiliğimiz için yapıyormuş gibi bir ifade vardı ancak bu inandırıcılıktan uzaktı. Yaptığından zevk aldığını görebiliyordum. Keyfini çıkara çıkara, büyük bir zevkle bizleri sıra dayağından geçiriyordu.

Bunu yaparken de her seferinde kurbanlarına durumularını büyük bir zevkle deklere ediyor, alçaltıcı sözlerle onları aşağılıyor; şiddetin, dayağın dozunu giderek artırıyordu. Herkes sıranın kendisine gelmesini bekliyordu. Geldi de... Beşti, altıydı, yediydi derken; elden geçmemişlerin sayısı giderek azalıyordu. Şaşkındık, şoktaydık, nutkumuz tutulmuştu. Sınıf dayak seansı başladığı andan itibaren sessizliğe gömülmüş; hiçkimseden çıt çıkmıyordu.

Sonunda geriye sadece iki kişi kaldı: Oğlu ve ben. Tüm çocukların bakışları üzerimizde toplanmıştı. Merak içindeydiler. Kızı, erkeği acılarını dindirmek için avuçlarını ovuştururken, bize neler olacağını merak ediyordu. O ise duraksamış, işine ara vermiş, bir oğluna bir bana bakıyordu.

Sonunda ağzını açtı ve oğlunu yanına çağırdı. "İki yanlışın var" dedi, elini uzatmasını istedi. Çocuk isteğini yerine getirdi. Baba, kimseye vurmadığı kadar çok şiddetli şekilde iki kez oğlunun avcuna vurdu. Tam bir ambivalans durumu vardı: Çocuğun yüzünde, hem aldığı şiddetli darbelerin yansıması hem de işkencenin bitmesinin sevinci vardı.

Lakin erken sevinmişti. Babası ve hocası, oğlunun ve öğrencisinin hissiyatını fark etmiş olmalıydı ki elindeki sopayı masasına bırakarak ona çullandı. Onu eline alarak tekme tokat, evire çevire dövmeye başladı. Bu dakikalarca sürdü. Kız çocuklarından bazıları iyice korkup çığlıklar atmaya başladığı bir sırada onun bir anlık şaşkınlığından yararlan oğlu elinden kurtuldu, koşarak sınıftan çıktı. Sıra bana gelmişti.

Bütün bu olup bitenler, içime korku saldığı kadar beni hissizleştirmişti de.  Hissizlik hali içimdeki korkuyla çatışmış, ona baskın gelmiş, bu durum bir anda içimi cesaretle doldurmuştu. Artık olacakları umursamıyordum. Korkmuyordum da. Ne olacaksa olacaktı. Kendime, "Oğluna bunları yapan adam, beni kesin öldürür(not tutmadığımı gördüğünde yaptığı tehditvari hareketi de unutmamıştım) demiştim. Bu düşünce de hissizliğimin beslediği cesaretin altında ezilip kaybolmuştu. Tam bir "Que Sera, Sera" hali yaşıyordum...

Tüm çocukların bakışları bu kez sadece benim üzerimde toplanmıştı. Herkes merakla beni izliyor, olacakları merak ediyordu. Bu sırada beni yanına çağırdı. Gittim, kimsenin yapmadığını yaptım, kolumu sıvayarak sert bir şekilde avcumu ona uzattım ve vurmasını bekledim. Bir anda yüzü değişti. Gülümseyerek, kolumu indirmemi istedi. Ardından sınıfa dönerek, "Onun tek bir yanlışı var. Aslında o soruyu da doğru çözdü ancak rakamın birini silik yazdı. Bu yüzden o soruyu yanlış saydım. Bu da ona ders olsu.” dedi.

Kolumu indirdim, çocuklardan beni alkışlamalarını istedi. Alkış tufanı koptu. İşkence bitmişti. Alkışlar dinince artık sınıf arkadaşlarım benden nefret etmeye başladı, ben de matematikten nefret etmeye başladım. Lise son sınıfa kadar hiçbir sınavda asla ve asla soruların tamamını çözmeye çalışmadım ya da en yüksek notu almak istemedim.

Peki, seneye yarım asırlık olacak bu yaşanmışlığımı niye mi kaleme aldım? Sinemada Oppenheimer filmini seyrederken aklıma bunlar düşmüştü de ondan. Ben dahi miyim? Yanından bile geçmem, semtine bile uğramam. Asla...

Bunları yazdım ve umdum ki: Birileri için kıssadan hisse olsun…

Yeni sayımızdan haberdar olmak için kaydolun.
Thank you! Your submission has been received!
Oops! Something went wrong while submitting the form.

YAZILAR

03-Eylül '23

03-Eylül '23

03-Eylül '23